Daha önceki yazılarımızdan birinde de belirttiğimiz üzere, toplum denen oluşum bir aile değildir. Birbirlerinin varlığını ve bireysel haklarını, özgürlüklerini, yükümlülüklerini ve hem kendilerine hem de birbirlerine karşı olan sorumluluklarını kabul etmek ve devam ettirmek için hukuk ve nezâket kurallarıyla bağlı milyonlarca yabancının bir derlemesidir. Ayrıca yabancı sözcüğü de yabandan yani vahşi doğadan gelmektedir. Dolayısıyla bir toplumdaki bireylerin birbirlerine yabancı olması durumu ve bundan dolayı da medeni kanunlar aracılığıyla vahşi olan tabiatımızın terbiye edilip kontrol altında tululması şaşılacak bir durum değildir.
Medeniyetin yazılı olmayan kuralları, yani görgü ve terbiye kurallarıyla ve kaideleriyle birlikte, bunları koruyacak yasal güvenceler olmadan, betondan ormanlarda amaçsızca yaşayan ve insanlıktan yoksun, dağınık ve kaotik bir varoluşla oradan oraya savrulan bir vahşiler sürüsünden başka bir şey olmaktan öteye geçilemez. Aslında, özellikle son yıllarda artan biçimde gözlemlenen ve deneyimlenen, dünya çapında gerçekleşmekte olan bir yozlaşma, bozulma durumu, sözü geçen yapıyı ciddi biçimde tehtit etmektedir. İnsan cehâleti, düşüncesizliği ve yanılgılı inançları yeni bir durum değildir. Ancak atalarımızın bizim aksimize sahip olmadığı modern bilim ve teknoloji gerçeği dolayısıyla, bugün bilim ve bilimsel düşünmeye, metodolojiye, meraka ve öğrenmeye karşı gelen ısrarlı, hatta daha da kötüsü tercih edilen isteksizliğimiz için hiçbir mâzeretimiz kalmamıştır. Çünkü kendimiz ve içinde yaşadığımız dünyayla ilgili atalarımızdan çok daha fazlasını ve doğrusunu bilebilmekte, gelişmeleri çok daha etkili tâkip edebilmekteyiz. Ata tapıcılığı (“ancestor worship” ya da “ancestral worship”) zihniyetine ve düşünce yapısına sahip ne kadar çok sayıda insan olursa olsun, ne kadar çok duygusal ve içgüdüsel yoğunluk hissedilirse edilsin, hiçbirşey bugün artık elimizde bulunan ve erişilebilirliği son derece kolay olan modern bilginin, bilişimin önemini, gerekliliğini ve âciliyetini azaltamaz. İster sevelim ister sevmeyelim, parçası ve ürünü olduğumuz dünyada, doğanın yan ürünleri olarak, hem birlikte var olup bu varlığı sürdürebilmeye ve hem de bunu en iyi biçimde nasıl başarıp gerçekleştirebileceğimize dair kendimizi içinde bulduğumuz bir sorumluluk durumu vardır. Bunun için sivil ve toplumsal kurallara, güvenilir ve şeffat sosyal sorumluluk projelerine ve benzer uygulamalara ihtiyacımız var ve daima olacak. Toplumun tamamında herkesin birbirine karşı sorumlu olduğu ve çoğumuzun sık sık unutmayı ya da görmezden gelmeyi seçtiği birçok farklı yol vardır. Bunları görmezden gelmek kurtuluş değil, erteleme, düşüncesizlik, sorumsuzluk ve dolayısıyla kötülüktür.
Görünüşte sıradan gibi hissedilen ya da algılanan günlük yaşamda toplum üyelerinin sergilediği her davranış, söylenilen her söz ve sözcük, yalnızca birey üzerinde değil, aynı zamanda tüm bir toplumun şu ânı, bugünü ve geleceği üzerinde, ve diğer bireylerin refah ve hatta sağlık durumları üzerinde de ağırlık ve etki oluşturur. Bu da koca bir topluluğun her bir üyesini, söylenenen ya da söylenmeyen, yapılan ya da yapılmayan her şeyden, sergilenen ya da sergilenmeyen her davranıştan, gösterilen ya da gösterilmeyen her çabadan sorumlu kılar. Dolayısıyla "Kendi yarattığımızın dışında kader diye birşey yoktur." (“There is no fate but what we make for ourselves.”) sözü gerçekliğini hepimize tek tek ve topluca göstermiş olur. Seçilen her kelimenin, kurulan her cümlenin, yapılan her küçük hareketin ciddî etkileri vardır. Bundan dolayıdır ki günlük yaşamda olabilecek en iyi şekilde yani tam bir sorumluluk duygusunun ağırlığıyla yaşamak bir sanattır. Bu sanatı bilmeyen ya da umursamayan, bu ağırlığı kendinde hissetmeyen, bunu günlük yaşamına taşımayan ve yansıtmayan her birey ve her topluluk, başkalarının tâlihsizliklerinden de, kısmen ve dolaylı bile olsa, sorumlu olacaktır. O halde söylemekten asla bıkmayacağımız ve usanmayacağımız üzere, dünyaya gelen herkes önce kendi disiplininden ve bunu tâkiben başkalarınınkinden sorumludur. En büyük sanat da bunu başarabilmektir.